Mahvolmuş Kedi Kral
Bir kralın yok oluşu ve yeniden doğuşu
Ahh… Zaman nasıl da geçiyor. Her şey ne kadar güzel. Yerli yerinde, düzenli ve biçimli… en azından bir süre öncesine kadar böyle düşünüyordum. Ta ki onunla tanışana kadar… Ben, Ölümsüz Mahvolmuş Kedi Kral… bu sözlerimi bir gün okuyacak kişi, merak etme. Her şeyin tadına baktım, her şeyi tecrübe ettim ve sen bunları okurken ben özgürce etrafta dolanıyor olacağım. Neyse, artık hikayemize geçelim.
Bölüm 1
Uyanış
Şimdiii… her şeyi baştan alalım. Nasıl Kedi Kral olduğumu eeeen başından anlatacağım sana.
Herkes bu gücün bana doğuştan bahşedildiğini düşünüyor. Çok tuhaf değil mi? Gerçi böyle sanılmasının bir nedeni de benim sanırım… hiçbir zaman bu düşüncelerin aksini iddia etmedim çünkü.
Her neyse, lafı fazla uzatmayayım. Ben, o sıralarda 16 yaşlarında genç bir delikanlıydım. Saçlarım enseme kadar inmeye başlamıştı ve bu, tabii ki benim kendi tercihimdi. Uzun saçı seviyordum o zamanlar. Beyaz tenli, 1.78 boylarında ve 65 kiloydum. Sıska denebilecek biriydim anlayacağın. Cam mavisi gözlerim vardı. Çok kalın olmayan bir sesim ve buna uygun da bir üslup…
Halk içinde gayet iyi tanınan biriydim. Oğlunu kara delikte kaybettiğim kişi hariç tabii hehe… o bayağı dramatik bir olaydı. Her neyse, o zamanlar her gün bir göreve çıkardık. Canavarları alt eder, evrenler arası suçluları yakalardık. Bu suçlular genelde eşya kaçakçısı tarzı hırsızlar olurlardı. Aslına bakarsan bu bayağı mantıklı ve karlı bir işti. Bizim evrenimizde olmayan eşyaları getirip kara borsada satarlardı; kolay para yani. Benimse daha önce hiç başka evrenlere gitme şansım olmamıştı ama bir gün başka evrenleri keşfetmeyi çok istiyordum.
Günlerden bir gün, her zamanki gibi evrenler arası suçlular ile uğraştığımız sırada garip bir olay geldi başıma. Aslında pek garip de sayılmazdı; düpedüz benim aptallığımdı. Suçluyu yakalamış ve daha sonra göndermek üzere ellerini bağlayıp bir köşede bırakmıştık; ancak sanırım ben ellerini düzgün bağlamayı becerememiş olmalıyım ki arkamı döndüğümde garip, daha önce görmediğim bir silah ile burun buruna gelmiştim. Hareket edemiyordum. Öleceğimden başka bir şey düşünemiyordum. Bütün bedenim alarma geçmişti ama hareket alanım kısıtlıydı ve bedenim yeterince atletik değildi. Sıska bedenim yüzünden daha önceki bütün spor ve kas kazanma denemelerim başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Neyse, ölümün eşiğinde olduğum ana geri dönelim, öhöm… O zamanlar fazlasıyla toydum ve anın heyecanı ile hızlıca takla atarak adama yaklaşmayı denedim; ancak şaşılmayacak şekilde başarısız oldum. Silahın iki kere ateşlendiğini duydum ve bedenime bir şeylerin isabet ettiğini hissettim. Sersemlediğimi hissediyordum ama hala hayattaydım. Silahı tutan adam da şaşırmış, kocaman gözlerle bir bana bir silaha bakıyordu. Muhtemelen çaldığı malın ne işe yaradığını bile bilmeden aklınca beni öldürmeye çalışmıştı. Onun şaşkınlığını lehime kullanıp hızlıca bileklerini bağladım ve bu sefer kaçamayacağından emin oldum.
O sırada, adamı bağlarken yere düşen silah gözüme takılmıştı. Eğilerek garip görünüşlü silahı yerden aldım ve incelemeye koyuldum. Garip görüntüsü dışında pek de bir numarası yok gibi duruyordu. 20 santim kadar bir namlusu vardı; ancak şarjörü yoktu. Nasıl mermi koyulurdu ki bu silaha? Bir süre silahın sırrını çözmeye çalışsam da başarısız olunca daha fazla uğraşmak yerine diğer çalıntı malzemelerin arasına bıraktım. Sonuçta hayattaydım ve önemli bir ders çıkarmıştım kendime, “Düşmanına asla arkanı dönme.”
Karanlık çöküyordu. En azından yaşanan olayı ben bu şekilde ifade ediyordum. Diğer yerliler buna “ölüm” diyordu. Mantıklıydı da aslında… şu anda bulunduğum Dünya isimli gezegene kıyasla oranın Güneş’i yoktu. Sadece yıldız denebilecek dört parlak cisim vardı ve koca gökyüzüne asimetrik şekilde dağılmışlardı. Ölüm anı geldiğindeyse her biri tek tek sönüp ortalığı derin bir karanlığa gömerdi. Tabii her evrenin kendine has çözümleri olduğu gibi benim gezegenimin yerlilerinin de karanlığa karşı bir çözümü vardı: Gece ışık yayan canlılar. Tıpkı ateşböcekleri gibi; tabii çok daha farklı yaratıklardı. İki metre yüksekliğinde, tek bacaklı, üç kollu canlılardı. Bedenleri ateş kırmızısı bir kürk ile kaplıydı. Gözleri bir kara delik gibi insanı içlerine çekecek kadar siyahtı. Minik kuyrukları vardı ve garip sesler çıkararak iletişim kuruyorlardı. Işığı ise başlarının iki yanındaki dört sivri kulağın hemen üstünden yayıyorlardı. Oldum olası bu yaratıkları çok sevmişimdir. Geceleri bana yol gösteriyorlardı neticede.
O gece oyun oynamak için arkadaşlarımın yanına gittim. Dürüst olmak gerekirse o zamanlar pek arkadaşım yoktu. Üç tane, çok yakın olduğum dostum vardı ve bana fazlasıyla yetiyorlardı da… biri kız diğerleri erkekti. İki arkadaşım birbirleriyle sözlenmişlerdi ve yakında oranın geleneklerine uygun, güzel bir düğünle evleneceklerdi. Evet, evrenimiz ve gezegenimiz Dünya’dan çok farklı olsa da kültürümüzde benzer yanlar vardı. Dünya’ya ilk geldiğimde bu kadar uzak diyarlarda eski memleketim ile benzerlikler görmek beni de bayağı şaşırtmıştı. Öhöm, neyse… o geceye geri dönelim. İki arkadaşımın arasını yapabilmek deveye hendek atlatmaktan çok daha zor olmuştu. Ben de dahil olmak üzere hemcinslerimin ne kadar kalın kafalı olabileceğini o ikisinin arasını yapmaya çalışırken fark etmiştim. Her neyse, o gece, iki sopa alıp oyunumuza başlamıştık. Oyunun amacı çubukları artı şeklini alacak şekilde üst üste düşürebilmekti. Kuralları oldukça basit ama başarması çok zor bir oyundu. O gecenin galibi ise oyunu altı kez üst üste kazanan kız arkadaşım olmuştu. Bayağı yetenekliydi. Ben ise gurur yapmış ve tekrar denemek istemiştim. Sonrasında ilk denemem başarabilmiştim de… hatta ikinciyi denemiş ve onu da başarmıştım; ancak zirvede bırakmam gerektiğini düşünemeden üçüncü denemeyi gerçekleştirmiş, beceriksizliğimi konuşturarak başarısız olmuştum. Oyunun sonunda arkadaşlarımla keyifli zaman geçirip, biraz muhabbet edip yanlarından ayrılmıştım. Uykum geliyordu ve yatma vakti çoktan gelip çatmıştı.
Sabah olduğunda ilk iş, tabii ki, kahvaltı yaptım. Güzel bir kahvaltı gömdükten sonra işe koyulma vaktim gelmişti. Günün görevlerini incelediğimde ilginç bir görev çarpmıştı gözüme. Karadeliğin yanında açılan bir boyut çatlağını incelemek için insan arıyorlardı. Ben, elbette birçok evrensel suçlu yakalamıştım; ancak nasıl seyahat ettiklerini, nereden geçip de bizim evrenimize geldiklerini o zamana kadar hiç görmemiştim ve tabii ki deli gibi merak ediyordum. Doğal olarak ikinci kere düşünmeden göreve kayıt olmuştum. Çok heyecanlıydım. İlk kez bir boyut çatlağı görecektim. Kim bilir nereye açılıyordu. Bu bilinmezlik ve yeni bir maceraya atılma düşüncesi mideme kramp girmesine ve kalbimin deli gibi atmasına neden oluyordu.
Günün ortasında boyut çatlağını keşfetmek üzere yola koyulmuştuk. Aklına “Bu insanlar ışık için bile canlılardan faydalanıyorken enerjiyi nereden buluyorlar?” sorusu gelmiş olabilir. Gerçek şu ki… enerjimiz yoktu. Yalnızca evrensel suçluların getirdiği birkaç eşyadaki enerji vardı. Gezegenimizdeki yerçekimi de Dünya’nın aksine çok zayıftı. Dünya’nın on katı kadar daha zayıftı ve neredeyse yok gibiydi. Hafif bir kaldırma kuvveti veya sıçrayış ile çok yukarılara ulaşabiliyorduk. Kullandığımız taşıtlar Dünya’daki helikopterlere benziyorlardı. Aslında tek farkları altlarında da bir pervaneleri olmasıydı denebilir. Alttaki pervanenin ne için olduğunu anladığını düşünüyorum. Yerçekimi o kadar kuvvetsizdi ki havalanan bir taşıtı geri indirmek için aşağı doğru bir güç uygulanması gerekiyordu. İlginç değil mi?
Her neyse, görev yerimize vardığımızda boyut çatladığından garip ışıkların yayıldığını görmüştük. Çatlağa yaklaşmamamız konusunda çok sert ve net bir dille uyarılmıştık. Ben ise biraz daha dikkatli bakmaya karar vermiş içimde giderek büyüyen heyecan ve meraka karşı koyamamıştım. Çatlağa biraz daha yaklaştım. Çatlağın bir kiviye benzediğini düşünmüştüm. Yemyeşildi ve bir çatlaktan çok küçük bir topa benziyordu. Ortasına baktığında ise, gördüklerim gerçek miydi bugün bile emin değilim, koca bir boşluk varmış gibi duruyordu. Çatlağı incelemek isterken kendimi fazla kaptırmıştım sanırım; çünkü diğerlerinin bana seslendiğini duyamaz hale gelmiştim. Kendime gelip de kafamı kaldırdığımda çatlağın çok daha büyük bir hal aldığını görmüştüm. Aslında ben çatlağın büyüdüğünü sanıyordum; ancak yaşanan bu değildi. Ben, çatlağa haddinden fazla yaklaşmıştım ve içine çekiliyordum. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım bir türlü kurtulamıyor ve giderek daha da derine çekiliyordum. Korksam da sonumu kabullenmekten başka şansım olmadığını düşünmüş ve çırpınmayı bırakmıştım. İlk anda her şey yok olmuş gibi hissetmiştim. Geride kalan arkadaşlarımın sesini duyamıyordum artık. Hemen sonrasında ise tonlarca yıldızla karşılaşmıştım. Etrafımı bir battaniye gibi sarmaya başlamışlardı. Sonra her şey bir anda yeşile dönmüştü. Sonu görünmeyen, devasa, koyu yeşil bir boşlukta süzülüyordum yalnızca. Beynim etrafımda olan biteni algılamakta zorluk çekiyordu. Delirmek üzere gibi hissetmiştim kendimi. Tam ortasında parlak birer ışık olan bulutlar görmeye başladığımda ölüme adım adım yaklaştığımı düşünmüştüm. Şişemdeki hava neredeyse tükenmişti.
Ben düşünceler içinde, boşlukta süzülürken her şey bir anda yok oldu. Sonsuz bir karanlığın içinde süzülüyordum bu sefer. Tam o sırada garip, daha önce görmediğim bir yaratık belirdi karşımda. Dört ayaklı, üçgen kulaklı, tüyleri olan bir şeydi. Ön ayaklarından çıkan sivri şeylerle açıkta kalan ayağıma dokunmuştu. O anda karanlığın sonu göründü. İleride, son sürat sürüklendiğim yerde beyaz bir ışık vardı ve beni içine çekiyor, giderek büyüyordu. Bedenim ışık ile buluştuğu anda bilincimi kaybetmiştim. Bütün hislerim bir anda yok olmuş, öldüğümü sanmıştım.
Ne kadar zaman geçtiğini bilmesem de bir süre sonra uyandığımda kendimi sıcak kumların üzerinde bulmuştum. Geldiğim yere benzeyen bir denizi vardı; ancak bakışlarımı gökyüzüne çevirdiğimde daha önce hiç görmediğim bir şey görmüştüm. Benim gezegenimin aksine buranın gökyüzünde kocaman, turuncu ve baktığımda gözlerimi acıtan bir şey vardı.
Havası tamamen tükenen maskem kırılmıştı. Artık bir işlevi olmadığı ve bu garip gezegende nefes alabildiğim için onu çıkarıp atmıştım. Ayağa kalkabilmem bayağı zaman almıştı. Ne olduğuna ve ne yaşadığıma bugün dahi anlam veremediğim yolculuğumun ardından bedenin hem çok yorgun düşmüştü hem de bu gezegenin şartlarına alışması uzun sürmüştü. Ciğerlerimin acıdığını hissetmiştim ve bedenim geldiğim yerdekinden çok daha ağır hissettiriyordu. Ayağa kalkmak, adım atmak, zıplamak her şey çok daha zordu burada. Sonunda ayağa kalkabilir hale geldiğimde bizim gezegenimize benzeyen tek şeye, denize, yaklaştım ve avuçlarıma su doldurup iştahla içtim; ancak suyun dudaklarıma değmesi ile tükürmem bir olmuştu. Deniz benim gezegenimdekine benziyordu, evet ama tadı hiç mi hiç benzemiyordu. Dudaklarımı buruşturmuş ve ağzımın tadını kaçırmıştı. O sırada gökyüzündeki o turuncu şeyin giderek alçaldığını ve renginin kırmızıya döndüğünü fark ettim. Turuncu şey alçaldıkça etraf daha karanlık bir hal alıyordu. “Bu gezegenin ölüm anı böyle olmalı. Ateş yakmalıyım.” diye düşünmüştüm. Evet, ışık olarak canlıları kullanıyorduk ama ateş nedir biliyorduk, lütfen. Sonunda ateş yakmayı başardığımda sırada karnımı doyurmak vardı. Yeşil, bitkiye benzer bir şeyin üzerine pembe şeyler bulmuştum. Tatlarının nasıl olduğunu, zehirli olup olmadıklarını bilmesem de etrafta yenebilir başka bir şey olmadığı için onlarla karnımı doyurdum. Tatları fena gelmemişti açıkçası; ama yediğim en güzel şey de değillerdi.
Yorgundum. Uyumak istiyordum ama açık havada yıkanma düşüncesi her şeyden çok daha cazip gelmişti o an ve kendimi denizde bulmuştum. Kıyafetlerimi çıkardıktan sonra garip bir şekilde yeni aklıma gelmiş gibi bütün vücudumu kolaçan ettim. Eksik herhangi bir şeyin olmadığını, her şeyin ama HER ŞEYİN yerinde olduğunu gördükten sonra tamamen suya girdim. Bedenimin soğuğa alışması biraz zaman alsa da alıştığımda bütün sinirlerimin gevşediğini ve omuzlarımdan koca bir yükün kalktığını hissetmiştim. Yarım saat kadar suda kaldıktan sonra çıkmaya niyetlendiğim sırada ayağıma bir şey değmişti. Ne olduğunu bilmiyordum, canımı da yakmamıştı; ancak anın korkusu ile yerimden sıçramış, koşarak kumlara dönmüştüm. Bedenime tekrar baktığımdaysa suya girmeden önceki halinden çok daha kıllı olduğunu fark etmiştim. Bir süre anlam veremeyerek, şaşkınlıkla bedenime baksam da sonrasında bunu düşünmek için çok yorgun olduğuma karar verip yaktığım ateşin yanında derin bir uykuya dalmıştım.
Ne kadar uyuduğumu bilmiyordum; ancak gözlerimi yerin altından gelen şiddetli sesler yüzünden açmıştım. Denize doğru baktığımda çok ileride bir şey görmüştüm, sanırım bir şey su üstüne çıkıp tekrar geri inmişti; ancak garip olan şuydu ki o şey çok uzakta olmasına rağmen hem çok net bir şekilde görebilmiş hem de çok net bir şekilde suda yarattığı sesleri duyabilmiştim. Ben düşüncelere dalıp olanlara anlam vermeye çalıştığım sırada ise bir anda yer sallanmaya başlamıştı. O yaşadığım şeyin deprem olduğunu ve Dünya’da çok sık meydana geldiğini çok sonradan öğrendim tabii ki. Depremi atlatıp da kendime gelmeye başladığımda bedenimin çok farklı hissettirdiğini fark etmiştim. Çok da farklı görünüyordu. Her tarafımı kalın bir tüy tabakası kaplamıştı, ellerim şekil değiştirmiş ve tırnaklarım tuhaf bir hal almıştı. Ne olmuştu bana?
Telaşla kendimi görmek için suyun yanına koştuğumu hatırlıyorum. Suda gördüğüm yansıma ise şaşkınlığımı tatmin etmemiş, aksine kafamı daha da karıştırmıştı. Buraya gelirken karanlığın içinde karşılaştığım yaratığa dönmüştüm. O anda hiç anlam veremediğim bu olaydan sonra her şey çorap söküğü gibi birbirini takip etti ve uzun bir olaylar zinciri başlamış oldu…
Düzenleme: YintoYang